Bu haftaki etkinliğimizin ilk durağı, günümüzden 5000 yıl önce Erken Tunç Çağı’nda Akropol’de kurulan ve Ana Tanrıça kenti anlamına gelen Metropolis oldu.
Daha önce de geldiğimiz Metropolis’te hem kazı anlamında, hem de gezi güzergahı düzenleme alanlarıyla önemli değişikliklerin olduğunu gördük.
Antik yapılarla uyumlu görülen ve çevreci bir mimari üslup taşıyan düzenlemelerin, hem arkeolojik alandaki yapılara zarar vermeden, hem de yürüme kolaylığı sağlama açısından uygun bir proje olduğunu ve aynı zamanda yerleştirilen kamera sistemlerinin gelen ziyaretçilerin güvenliği açısından yararlı olabileceğini düşündük.
Anakayaya oyularak yapılan Metropolis tiyatrosunda, yönetim kurulu üyemiz profesyonel turist rehberi Yeşim Cinbaş’tan tarafından kentin tarihini dinledik. 4000 seyirci kapasiteli tiyatroda, gösterilerin, sosyal ve dini törenlerin yapıldığı söylendi.
Tiyatrodan sonra, kentin en yüksek tepesinde bulunan akropole çıkıldı. Hellenistik Dönem’e ait surları incelendi. Akropol’de M.Ö. 1. Yy.da kentin koruyucu tanrısı Ares (Mars) onuruna yapılmış bir tapınağın bulunduğu anlatıldı. Metropolis akropolündeki seyir terasından, bir zamanların küçük bir kasabası olan Torbalı’nın nasıl devasa bir kent haline geldiğini, günümüzde gittikçe azalan geometrik şekilli pırasa ve karnabahar tarlalarını izledik.
Bizans Dönemi’nde Piskoposluk Merkezi olan kentin, imparatorluğun durumuyla bağlantılı olarak gerilemeye başladığı, 14. yüzyılda, Türk akınlarına karşı yapılan kalenin antik yapıların üzerinde yer aldığı anlatıldı. Kale surlarından birinin Bouleuterion (Meclis Binası)’u tam ortasından ikiye böldüğü yerinde görüldü. Roma Hamamlarının, yıkanma işlevinin yanı sıra, günümüzdeki cafe ve spor merkezleri gibi iletişim alanları olarak kullanıldığı, hamamın kullanım özellikleri ve bölümlerinin nasıl çalıştığı hakkında bilgi verildi. Hamamla birlikte yapı kompleksini oluşturan Gymnasiumun, Aleksandra Mirton isimli bir kadın tarafından yönetildiği söylendi.
Metropolis antik kentinden sonra, Torbalı’da bulunan Key Muzeum’a geldik.
Dışarıdan bakıldığında bir fabrikayı andıran ancak içeri girildiğinde farklı bir dünyaya açılan ilginç müzeyi gezdik.
İnsanın hangisine bakacağını şaşırdığı, kimlikteki yaşlarına bakıldığında zamana yolculuk yapıldığı, Türkiye’den ve dünyanın dört bir köşesinden büyük bir titizlikle bir araya getirilerek, fabrikasından yeni çıkmış diyebileceğimiz araçları hayranlıkla izledik.
Herkes kendi beğendiği araçların fotoğraflarını çekti.
Key Muzeum’dan sonra Kemalpaşa ormanlarında yürüyüşe başladık. Çam ağaçları içinden Kurudere Kanyonu’na girdik.
Yaşlı çınarları hayranlıkla izledik.
Yağmur yağmadığından kuruyan doğayı, cılız akan kaynak sularını, böyle giderse tüm canlıları etkileyecek kuraklığın getireceği sorunları, tüm bunları doğanın içinde daha net gördük. Yağmursuzluğun özellikle yeraltı sularını kullanan kentlerin geleceğini kötü etkileyeceğini düşündük. Yaşamın kaynağı suya herkesin gereken önemi ve duyarlılığı göstermesini diledik.
Yürüyüşümüzün bitiminde, Nazarköy olarak bilinen Kurudere’ye geldik.
Nazar boncuğu piyasasının üretim merkezi olan Kurudere’nin henüz keşfedilmediği yıllara oranla önemli değişiklikler yapıldığını gördük.
Son yıllarda yerli turizmin hareketlenmesiyle birlikte, artık üretim anlayışının da değiştiğini farkettik. Çok zor, zahmetli ve maliyetli olan bu işçiliğin çok az kaldığını, alıp satmanın daha kolay olduğunu söylediler.
Ancak bir gerçek var ki, Nazarköy’de herkes sattığı ürüne göre kazanıyor. Buraya İzmir’den çevre il ve ilçelerden ziyaretçiler, doğa yürüyüşçüleri, bisikletçiler, motorcular geliyor. Herkes yiyiyor, içiyor, ürettikleri ürünlerden, hediyelik eşyalarından alıyorlar. Kısacası ekoturizm Nazarköy’e büyük katkı yapıyor. Kemalpaşa Belediyesi, hiç olmasa Pazar günleri köyün içine araç ve motor girmesini engelleyip, gelen ziyaretçilerin daha rahat gezmesini imkan tanısa daha da güzel olacak.