Aşağı Büyük Menderes Havzası, antik dönemde tarihin en güçlü uygarlıklarına ev sahipliği yapmıştır. Antik Mykale dağının güney yamaçlarında masa gibi duran devasa büyüklükteki bir kaya kütlesi, ilk kez gören insanı hemen etkilemektedir.
Bu bölge sadece günümüzdeki insanları değil, antik çağda ünlü tarihçi Herodot’u da etkilemiş.
Ünlü tarihçi Mykale dağına geldiğinde “burada yaşayan insanlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü altına ve en güzel iklime sahip yörede kurmuşlar.” Diye söylemiş. Dışarıdan ilk kez gelen bir insanı hemen etkileyen devasa büyüklükteki masa gibi duran bu dağın hemen yanı başında, tarihin en önemli uygarlıklarından biri kurulmuştur. Antik dünyada ızgara sistemli olarak planlanıp inşa edilen bu kent, Alman arkeolog Theodor Wiegand’ın “Küçük Asya’nın Pompeisi” dediği Priene’dir. Ünlü şehir plancısı-mimar "Hippodamos"un, ızgara sistemine göre inşa ettiği bu yerleşim, Hellenistik çağın en güzel kentlerinden biridir.
Hipodamos'un geliştirdiği ızgara modelli kent planı, günümüzde New York ve Avrupa’nın pek çok kentinde uygulanarak birçok kentler bu ızgara planıyla inşa edilmiştir. Antik dönemde Priene gibi eğimli bir coğrafyada başarıyla uygulanan bu mimari planı günümüz kentleri örnek alması yerine, şehirleri çarpık yapılaşmalarla doldurmuştur. Buradaki zengin su kaynakları ve iklim koşulları bu coğrafyada binlerce yıl birçok uygarlığın kurulmasını sağlamış ve bu kültür günümüze kadar ulaşmıştır. Bunlardan birisi, Priene kentinin depremden sonra yıkılmasıyla kurulan Samson olarak bilinen bir kasabadır. Samson aslında Priene’de oturan Bizanslı bir beyin ismidir.
Kasabanın arkasındaki dağlar bu kişiye ait olup, o dönemlerde “Samson’un Dağları” olarak bilinmektedir. Günümüzde de bu ismin yaşatıldığı görülmektedir. Bugünkü Dilek Yarımadasının devamı olan antik Mykale dağı, Karadeniz illerimizden Samsun ismine dönüştürülerek, günümüzde Samsun Dağları olarak anılmaktadır. Hatta bugünkü yerleşimdeki bir sokağın ismi Samsun Caddesi olarak geçmektedir. Gelen ziyaretçiler bunu Samsun ilimizle karıştırmaktadır.
Aşağı Büyük Menderes Havzası’nın, doğal ve kültürel kaynaklar açısından en zengin yerlerinden biri olan bu bölgede, gizemini kaybetmeyen önemli bir yerleşim yeri vardır.
Güllübahçe’nin Gürsu Mahallesi olarak bilinen bu yerleşim, Samson kasabasından sonra kurulan ve yakın tarihimizde çok önemli olayların geçtiği Gelebeç’tir. 1751 yılında Yunan adalarında meydana gelen şiddetli depremden sonra, Osmanlı Devleti tarafından burada mağdur durumdaki Rum vatandaşların bir bölümü buraya getirilmiştir.18.Yüzyılda kurulduğu bilinen Gelebeç’te, 1922 yılına kadar 2 mahallenin varlığı bilinmektedir. Aşağı Gelebeç’te Türkler, Yukarı Gelebeç’te Rumlar birlikte yaşamışlar.
Döneminde büyük dostluklar oluşturan bu iki halk, birçok acıların ve dramların yaşandığı 1922 Türk-Yunan mübadelesinden sonra ayrılmışlar ve değişimle gelen göçmenler buralara yerleştirilmiştir. Bölgede meydana gelen 1955 depreminden sonra ve bir kısmının heyelan bölgesinde kalması nedeniyle Yukarı Gelebeç tamamen terk edilerek, ovaya doğru yayılan bugünkü Güllübahçe’ye taşınmış. Sadece kilise etrafındaki bazı evler yaşamaya devam etmişler.
Gelebeç’in gerçek sahipleri aşağıdaki Güllübahçe ve yakın olan Söke’ye göçerken, büyük kentlerin kargaşasından kaçanlar burayı keşfetmeye başlamışlar ve yıkık dökük binaları satın alıp, restore ederek kendi yaşam alanlarını yaratmışlar. Yeni yapılan binalardan bazılarının mimarisi, hemen önlerindeki eski Gelebeç evlerine benzemese de yavaş yavaş çoğalmaya başlamış. Çok katlı olmayan ve eski Gelebeç evlerinin mimari tarzını alanlarda var. Kentte uzun yıllar yaşayan bu insanlar, kulaklarındaki uğultunun kaybolduğunu, ciğerlerine çekebilecek temiz hava bulduklarını, kışın en soğuğunda bile güneşin ısısını alarak huzur bulduklarını belirtiyorlar. Bitki çeşitliliği açısından çok zengin olan bu coğrafya, botanik tutkunları için bir cennet sayılabilir. Satış yapan hiçbir dükkanın bulunmadığı Gelebeç’te, zorunluluktan dolayı gelen ziyaretçiler için bir cafe-restoran açılmış.
Kendi evlerini restorana dönüştüren çift, Gelebeç’e gelen konuklar için dinlenme, çay-kahve içme ve genel ihtiyaçların giderilebileceği bir mekan yaratarak, aynı zamanda Ege mutfağının örneklerini de sunmaktalar.
Ziyaretçiler geldikçe Gelebeçli kadınlarda boş durmamış. Emekli mikrobiyoloji Uzmanı Necla ARTAR tarafından Kültür, Turizm ve Kalkınma Derneği olan GÜLDER kurulmuş. Büyük emeklerle kadınların yararlanabileceği el sanatları atölyesi oluşturulmuş. Kadınların yaptığı bez bebekler Gelebeç’in simgesi haline gelmiş. Bez bebekleri gelen konuklara satan kadınlar aile bütçelerine önemli katkı yaparak yardımcı olmaktalar. Son yıllarda doğa yürüyüşü tutkunları için cazip hale gelen bölgede harika parkurlar bulunmaktadır. Parkurlarda yürürken, Aşağı Büyük Menderes Havzası’ndaki ovalar, Bafa Gölü ve Ege Denizi aynı anda görülürken, yürüyüşçüler bu muhteşem manzaraları izlemekten büyük keyif almaktadır.
Gelebeç’teki en önemli yapı 1821 yılında yapılan Aziz Nicolaos Kilisesi’dir. Kilise Rumların gitmesinden sonra bir süre cami olarak kullanılmış.
Ancak Kilisenin son yıllardaki hali harap durumdadır. Birçok kaçak kazı yapan ve define tutkunları tarafından iç bölümleri talan edilmiş. Kilisenin iç duvarlarında tahribatlar yapılarak bozulmalar meydana gelmiş. İnsan kaynaklı olan bu tahribatların yanı sıra, bakımsızlıktan dolayı tavan bölümlerinde çatlamalar oluşmuş, bazı bölümleri nemden etkilenerek çürümeye yüz tutmuştur. Tavan süslemeleri büyük ölçüde varlığını korumuş olup onlar da yavaş yavaş bozulmaya başlamış. Genelde Hristiyan mezarlıklarında yeni gelenlere yer açmak için topraktan çıkarılan kemiklerin konulduğu kemiklik adının verildiği Osteofılak buradaki kilisede de bulunmaktadır. İnsan kemikleriyle dolu bu çukur odanın içindeki kemikler zaman içinde azalmış. Genellikle kafatası türü kemiklerin tıp öğrencileri tarafından derslerinde kullanmak üzere alındığı yöre insanları tarafından söylenmektedir. Belki kilise duvarında yazan yazıda ki gibi; burada yaşananlar geri gelmeyecek, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Ancak, burada yaşayanların bıraktığı insanlık mirasları onların yaşam hikayelerini geleceğe taşıyacaktır.
Bu nedenle yıllardır bir türlü iyileştirmesi yapılamayan kilisenin, hiç olmazsa yıkılmadan kısa vadede desteklerle güçlendirilmesi sağlanmalıdır. Bu destekler yapılıncaya kadar da güvenlik açısından içeri insan girişi engellenmelidir.
Ekoturizm ve alternatif turizm gibi son yıllarda gelişmeye ve yayılmaya başlayan turizm için, Gelebeç önemli bir çekim alanı olabilir. Ancak koruma ön planda olmalı ve koruyarak kullanılması sağlanmalıdır.