Günümüzde Kızılderililerin, Azteklerin ve Aborjinlerin bile modern yaşama geçtikleri bir zamanda, Batı Anadolu’nun en gizemli dağı Latmos’ta(Beşparmak Dağları) Karyalı bir kadının, dağdaki geleneksel yaşamını nasıl sürdürdüğünü gözlemledik.
Latmos’un (Beşparmak Dağları) yerlisi olan Fatma PINAR yüzlerce yıllık bir Yörük ailesi olan Pınarcılar’dan. Bu kayaların arasında doğmuş. Ataları bu kayaların oyuklarında barınmışlar, keçilerini bu dağların vahşi coğrafyasında otlatmışlar, evlerini Karya mimarisinden esinlenerek inşa etmişler.
Ay Tanrıçası Selene’nin büyük aşkı Çoban Endymion’dan beri keçiler bu dağlarda yaşıyor. Bir zamanlar binlerce keçinin barındığı bu dağlarda, kuzey yakasında birkaç çoban kalmış.
Latmos’un güneyinde ise Fatma PINAR’dan başka çobanlık yapan ve keçi sürüsü olan artık yok.
Dağda artık herkes yerleşik düzene geçerek köylere göçmüş ve modern yaşamın nimetlerini görünce kimse geri dönmemiş. Bu açıdan Fatma PINAR dağın Endymion’u…
14 yaşından bu yana, 60 yıldır keçileriyle birlikte basmadık kaya bırakmamış.
Yaşıtları asfalt yolda zor yürürken, Fatma PINAR keçileriyle sanki yarış edercesine kayadan kayaya atlıyor. Sonunda bir gerçeği anlamış “Evlat bizim dizler artık elvermeyecek galiba” diyor. Ama yine de vazgeçemiyor. Geçtiğimiz ay bir kayadan düşerek, kafasını vurmuş ve dişlerinden bazısını kaybetmiş. Yıllarca bu dağlarda tek başına keçilerini güderken şimdi artık kızıyla birlikte çıkıyor.
Dağın vahşiliği yüzüne yansısa da aslında altın gibi bir kalbi var kızı Cennet’in. O da bir Karya kızı. Hiçbir arkadaşı yok. Konuşabildiği tek insan annesi ve abisi. 33 yaşında, belki bu hayattan pek fazla memnun değil ama başka çaresi de yok. Dağa çıkan yabancı bir profesör, Hititlilere benzetmiş Cennet’i. Kentte yaşıtlarının ne yaptığını bakmadan o bıkıp usanmadan dağları dolaşıyor. İnsan olmanın en önemli özelliklerinden biri olan konuşmayı çok özlediği, sürekli sorularından, kısıtlı zaman içerisinde anlattıklarından belliydi.
“Annem keçileriyle hep yalnız çıkardı dağa. Geçen ay düştüğü yerde tesadüfen buldum. Düşse bir şey olsa, bu kadar çok kayanın arasında nasıl bulacağım onu. Artık ben de çıkıyorum keçilerle birlikte.” Dedi.
Abisi sadece yük gerektiren ağır işlerden ve bulundukları yerden 3 saat uzaklıkta yaya olarak gidilen köyden getirdiği lojistik desteklerden sorumlu.
Latmos’un özgün yapısına uygun bir taş evde yaşıyor 3’ü. Evde elektrik yok. Televizyon, radyo, çamaşır – bulaşık makinası, ütü vb. gibi çağdaş yaşamın gerektirdiği bütün aletlerden yoksun bir şekilde yaşıyorlar. Evdeki en önemli teknolojik alet bir soba. Eskiden ocak yakıyorlarmış, sonra sobaya geçmişler. Üstündeki günümüz elbiseleri yerine, Antik Dönem kıyafetleri giydirilse, Karya’nın bir yerlisi karşınızda duruyor sanırsınız. Doğayla iç içe, doğanın koşullarına göre yaşıyorlar. Yemeğin içine giren akrebi çıkarıp tekrar yemeğe devam edecek kadar doğal yaşıyor. Akşam evin içine uyumaya girdiğinde, battaniyenin arasından çıkan engerek yılanını kuyruğundan tutup dışarı atarak, tekrar uyumaya devam edecek kadar da yürekli. “Biz bu dağlarda çok böcü gördük. Kaplanı (Anadolu Parsı), sırtlanı, ayısı, kurdu çakalı ne varsa hepsini gördük. Sırtlanı hiç sevmem çünkü keçiyi o korkunç dişini geçirdiğinde hemen öldürüyordu. Kaplan ise ısırdığında, babam hemen taş atar kaçırırdı. Onun ısırdığı çoğu zaman yaşardı. Çok güzel rengi vardı bu hayvanın. Yavrularını çok görürdük. Yavrunun tüyü olmadığından kızıl karıncalar yer bitirirdi bunları. Ama yukarıdaki çobanlar çok zehirledi bunları. O zaman çok keçi vardı dağlarda. Artık keçi de kalmadı, kaplan da…” dedi.
Yiyecekleri yağı ve zeytini daha 2008 yılına kadar, ayak yağıyla kendileri çıkarıyormuş. O zamandan kalan zeytin işlikleri hala çalışır vaziyette ama artık onları sıkacak dizlerde derman kalmamış.
En önemli ulaşım araçları eşekleri. Onun da taşıyacağı yük belli. Başlarına bir iş gelse, aniden hastalansalar ya da yaralansalar, insan bunları düşünmek bile istemiyor. Vahşi coğrafyanın içinde, her türlü çağdaş yaşam olanaklarından yoksun bir şekilde, tüm zorluklar ve engellerle karşılaşsalar da bu yaşantıyı sürdürüyorlar. İnsanın gündüz bile dolaşmaktan ürktüğü bir coğrafyada, gece gündüz korkusuzca keçilerin arkasından dolaşıyorlar. Su içecek bir çeşmeleri bile yok. Hem kendilerinin hem hayvanlarının sularını kayaların arasından çıkan bir pınar suyundan eşekle eve taşıyorlar. Tüm bu yaşantıları normal bir hayatmış gibi, her gün devam ettiriyorlar. Dünyayla olan ilişkileri, ara sıra köye giden oğlu Mehmet’in getireceği haberlerle sınırlı.
O Latmos’un yerlisi, doğma büyüme. “Bu dağlarda öleceğim” diyor.
Kendi arazilerine doğru yaklaşan maden ocaklarına bakarak “ eskiden yoktu bunlar, sonradan açıldı hep. Mahvediyorlar güzelim yerleri, tozları bana kadar geliyor. Oradan çıkan su bile zehir gibiymiş. Ben buralara sokturmam onları. Karşı gelirim.” dedi.
Çocuklarının “Satalım anne bu keçileri” sözüne hiç aldırmadan, keçilerle birlikte dağda dolaşmaya devam ediyor. Keçiler onun her şeyi, keçiler sayesinde ayakta durabiliyor.
Keçilerle o kadar özdeşleşmiş ki, aralarında anlaşabilecekleri bir lisan oluşturmuş. Bütün keçiler onun ne dediğini, ne yapmak istediğini, her bağırmasından, her hareketinden anlıyor ve onları bir orkestra şefi gibi yönetiyor. Sizinle konuşurken oğluna ve kızına görevler veriyor, onların hareketlerinin doğruluğunu ve pratikliğini gözlemliyor, bir yandan da keçilerine bağırıyor, elleri de hiç boş durmuyor. Belki de köye-kente göçüp zavallı bir teyze olmak yerine, yıllardır sürdürdüğü kendi hükümranlığını, gücünü ve özgürlüğünü bu dağlarda buluyor. Köyde-kentte yaşayamayacağını söylüyor.
Nasıl ki doğada endemik bitkiler korunma altına alınıyor, Fatma PINAR’da Latmos’un endemik ve benzersiz bir kadını, onun da korunma altına alınması lazım. Ondan başka yok artık. Öyle birisi de olmayacak. Bir gün onunla birlikte keçileri de yok olacak. Yılan kartallarının çığlıklarını bastıran sesi kesilecek ve dağlar ıssız kalacak. Hiç olmazsa ömrünün kalan bölümünde birazcık rahat edebilseydi…