Bu haftaki etkinliğimiz için biraz güneye indik. Mandalya Körfezi’nin en güzel koylarından birinde Akbük liman kahvesinde, sabah çaylarımızı yudumlarken denizden yeni dönen balıkçı teknelerini seyrettik.Akbük Koyu’nu geride bırakarak yemyeşil çam ormanları içindeki Kızılağaç Köyü’ne geldik.
Köy mezarlığının içinde Selçuklu Dönemi’ne ait olabileceği tahmin edilen mezarları inceledik. Birçoğu harabe haline dönüşen ve günümüze kadar sağlam kalabilen birkaç mezarın bakıma muhtaç olduklarını gördük. Gerekli ilgi gösterilmediği takdirde bir süre sonra hepsinin bir taş yığını olacağını düşünüyoruz.
Kışın ortasında Ocak ayında çiçek açan orkideler çok ilgimizi çekti.
Aşırı toplandıkları için fazla göremediğimiz orkidelerin, mezarlıkta korunarak kalmalarına çok sevindik.
Kültürümüzde ölülere ve mezarlara gösterilen saygı nedeniyle, mezarlık içindeki bitki zenginliğinin dokunulmadan kaldığını gördük.
Kızılçam ormanlarının içinde tertemiz oksijen depoladık.
Bazen de kadayıf gibi çimlerin üzerinde yürüdük.
Günlük güneşlik bir havada yürürken “Egenin kışları bahar gibidir” deyimi çok doğru dedik.
Parkurda Akdeniz bitki örtüsünün tüm güzelliklerini gördük.
Zaman zaman yorgunluğumuzu bahar ayında gibi ısıtan güneşin altında, yeşil çimenlere uzanarak çıkardık.
Doğada yürümenin insana huzur verdiğini, rahatlattığını, insanların bilgilerini paylaştığı bir ortam sunduğunu gördük.
Akranları kentte zor yürürken, eşeksırtında dağ başına ot toplamaya gelen çalışkan köylü kadını 79 yaşındaki Fatma nineyi tebrik ettik.
Son molamızı kış ortasında açan dağ lalelerinin arasında verdik. Daha sonra Asin Körfezi’nde bir balıkçı köyü olan Kıyıkışlacık’a gitmek için, yürüyüşe geçtik.
Kıyıkışlacık Köyü’ne gelerek Balık Pazarı olarak geçen tarihi yerde, Roma döneminden kalma anıt mezarı ve İasos’tan çıkarılan tarihi eserleri inceledik.
“Bir zamanlar kenti ziyaret eden bir müzisyen, tiyatroda bir resital vermiş. Bu resital sırasında balık pazarının açıldığını bildiren çan sesi duyulunca elini kulağına götüren yaşlı adam dışında herkes yerinden fırlayarak tiyatrodan ayrılmış. Yaşlı adamın yanına gelen müzisyen "Bana ve sanatıma gösterdiğiniz saygıdan ötürü size teşekkür borçluyum; çünkü çan sesini duyan tüm dinleyiciler çekip gittiler" demiş. "Ne ?" diye haykırmış bunu duyan yaşlı adam, "Yoksa çan mı çaldı? "Evet, neden?" "Öyleyse izninizle efendim..." demiş ve gözden kaybolmuş.” Strabon’un yazılarında geçen bu öyküden, döneminde İasos’luların denize ve balığa ne kadar düşkün olduklarını ve önem verdiklerini çıkardık. Ancak o günden bugüne denizdeki balık türlerinin ne kadar azaldığını da, tezgahlarda yer alan çiftlik balıklarının çokluğundan anladık.
Kıyıkışlacık Köyü içerisinde, üç tarafı denizle çevrili bir yarımada üzerine kurulu İasos Antik yerleşim yerine geldik. Kentin agorasına kemerli bir kapıdan geçerek girdik.
Şehir meclisinin günümüze kadar korunarak geldiğini gördük.
Zeytinlikler içindeki antik kentin her alanında incelemeler yaptık.
Antik yerleşim yerinin, yaşayanların bile hatırladığı bir tarihte ada olduğunu ve kazıyı yapan İtalyan’lar tarafından doldurularak yarımadaya dönüştüğünü öğrendik. İasos tiyatrosundan muhteşem manzarayı izlerken, oturma taşlarının olmadığını gördük. 1887 yılında oturma taşlarının, sur taşlarıyla birlikte İstanbul Limanı’nın yapımında kullanıldıklarını duyunca çok şaşırdık.
İasos’a çıkanların mutlaka fotoğrafını çektiği denizin ortasındaki mendirek kulesinin, döneminde sağlam olan diğer kuleyle birlikte aralarına çekilen zincirle limana girip çıkan gemilerin kontrol edildiğini öğrendik.
Kıyıkışlacık’ın panoramik manzarasını, Güllük şehrini ve limana yaklaşan gemilerin doyumsuz güzelliğini seyrettik.
“İtalyanlar'ın 45 yıldır kazı yaptığı İasos'ta Romalı bir komutana ait, mozaiklerle kaplı lüks bir evin kalıntılarına ulaşıldı. M.S. 2. yüzyılda inşa edilen ev, Kültür Bakanlığı'nın katkısıyla 'Mozaik Evi' haline getirildi, evin üstü çatıyla kapatıldı, etrafı telle çevrildi.” Haberi bizde de heyecan yaratmıştı. Gittik yerinde gördük. Binlerce yıllık mozaikleri görünce içimiz sızladı.
“Keşke bu mozaikler toprağın altında kalsaydı” dedik. İnsanlığın bu zenginlikleri görebilmesi için aslında çok güzel bir çalışma ve büyük bir masraf yapılmış. Ancak bundan sonra gelişen durumun çok vahim olduğunu gördük. Hiçbir yetkili bu değerlere sahip çıkamamış. Tavandaki camlar kırılmış. Mozaiklerin üzeri suyla dolarak, şişmiş ve her tarafı kabarmış. Üstleri yosunla dolmuş. Birçok kültürel değerlerimizin talan edildiğini, tahrip olduğunu ve buradaki mozaiklerde olduğu gibi, bakımsızlıktan ve sahipsizlikten yok olma riskiyle karşı karşıya kaldığını görmekteyiz. Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunu, buradaki mozaiklerle ilgili acil önlem almaya çağırıyoruz.
Üzüntüyle seyrettiğimiz mozaiklerin bulunduğu alanı terk ederek, Kıyıkışlacık’a indik.
Küçüklü büyüklü balıkçı teknelerinin yanaştığı küçük limanda pancar motorlarının sesini ve ağların yosun kokusunu duyarken, yörenin ünlü balıkçısı Ceyar’ın yerine geldik. Ceyar’ın taze balıklarını, bu yıl sıkılan zeytinyağlı meşhur salatasını ve arkasından getirdiği tahin helvasını afiyetle yedik.
Güneş yavaş yavaş Ege Denizi’nin üstünde batarken, sıcak çaylarımızı içip Kuşadası’na hareket ettik.